5 Haziran 2017 Pazartesi

I'm a Cyborg, But That's OK - Sihirli çoraplarla uçmak

Güney Kore'den sadece korku ve gerilim değil, farklı bir romantik komedi çıkabileceğinin en güzel kanıtı diyebileceğim bir film I'm a Cyborg, But That's OK. Romantik komedi derken bildiğimiz klasik sıkıcı olanlardan değil, delilerin bakış açısından romantizm nasıl olurmuş dedirten bir film aslında. Onların gözünden dünyayı gösteren ve bir şekilde bunu garipsemememizi sağlamayı başaran bir film.

Ana karakter Cha Young-goon bir cyborg olduğunu düşünüyor ve buna tamamen inanmış durumda, gerçekliği bu. Her türlü makineyle ananesinin dişlerini takması sayesinde konuşabiliyor. Ananesine baktığımızda, onun da kendisinin bir fare olduğunu düşünmesi, Cha Young-goon'a küçüklüğünden beri onun bakmış olması Cha Young-goon'un akıl sağlığının bu noktaya gelmesindeki en büyük faktörlerden biri. Annesinin konuşmalarının yükseliş ve alçalışlarıyla, kafa karışıklığı ve olayları anlatış biçimiyle onun da çok normal bir karakter olduğu söylenemez tabi. Aile dinamiğinin gösterilme biçimi de filmin gerçekdışı temasıyla paralel olarak bulutlar üzerinde süzülüyor adeta.

Cha Young-goon'un akıl hastanesine yatırıldığında tanıştığı Park Il-sun ise nispeten daha kendinde gibi gözüken bir karakter. 15 yaşındayken annesi evi terk ediyor ve elektrikli diş fırçası setini de yanında götürüyor. Park Il-sun da sonrasında hırsız oluyor ve antisosyal ve şizofreni teşhisi konuluyor. Bundaki asıl neden annesiyle babasının ona yok gibi davranması ve annesinin genç yaşta evi terk etmesi. Film boyunca sık sık dişini fırçalaması ve küçülüp yok olma korkusundan bahsetmesi ise bununla bağlantılı olarak bir şey başaramayan, öne çıkamayan, "çürük"lerin geride bırakılıp atılacağı ve yok olacağı korkusu olabilir. Park Il-sun'u canlandıran Rain ise Güney Kore'de çok ünlü bir şarkıcı.

Bu iki karakter arasında gelişen romantizmi, yaşadıkları gerçeklikler içinde oluştuğundan normalden fazlasıyla uzak ve renkli olarak görüyoruz. Cha Young-goon bir cyborg olduğunu söylediği zaman ondan şüphe duymaması ve onun yemek yememesiyle düşen gücünü yeniden kazandırmak için uğraşması gibi şekilleniyor örneğin, ya da Cha Young-goon tek başına bir odada kalmak zorunda kaldığında üstün bir çabayla kendini yan odaya kapattırıp onun uçmasını sağlayacak sihirli çorapları vermesiyle.


Bir cyborg nasıl yaşar, nasıl beslenir, aramızda cyborglar var mı gibi enteresan sorulara güzel bir cevap bile olabilecek bir film I'm a Cyborg, But That's OK. Giriş sahnesinin bir cyborg'un çalışma mekanizmasının x-ray'i olduğunu bile düşünebiliriz belki. Farklı algılar çerçevesinde bakıldığında farklı renkler ve farklı tatlar olduğunu hatırlatan, önyargının önemsizliğini vurgulayan, deliliğin bazı anlarda güzel bir akıl yapısı olabileceğini gösteren paralel boyutta bir romantik komedi.

1 Haziran 2017 Perşembe

Snatch - Suratına doğrultulan silaha rağmen sakince benzetmeler yaparak konuşmak

Oyuncu kadrosu, olay örgüsü, sarkastik yaklaşımı ve diyaloglarıyla kara mizah türünün başyapıtlarından biri olan Snatch, başlangıçta tüm karakterleri tanıtmasıyla karışık gibi gelebilir; film ilerleyip tüm karakterlerin bağlantısı çözüldükçe ise bıraktığı tat son derece kaliteli ve tatmin edici olur.

Yönetmenliğini Guy Ritchie'nin yapması sayesinde filmin köklerine kadar inen bir İngiliz hakimiyeti göze çarpıyor. İngilizler'in farklı kullandıkları kelimeler, Amerika'dan farklı yanları gibi konular sıkça işlenmiş. Bununla beraber çingene kültürü de filmin konusunda önemli bir yer kaplıyor. Guy Ritchie, Brad Pitt'in oynadığı Mickey karakterinin çingene aksanını bu film için özellikle anlaşılması daha zor, hatta bazı anlarda imkansız hale getirmiş.


Birbirinden bağımsız gibi görünen karakterlerin yolları, hızlı ve akıcı olan olay örgüsü içinde kesişip enteresan durumlar çıkmasına neden oluyor. Bir yandan birbirinden bağımsız iki hikaye var gibi gözükürken - elmas peşinde koşanlar ve boks maçının sonucunu ayarlamaya çalışanlar - bunların çok da uzak olmadığı sonucu çıkıyor. Arabaların yan yana geçtiği sahne filmin ironi konusunu en iyi kullandığı anlardan biri; arabanın birinin camından attığı sütün diğer arabanın camına çarpması ile kaza yapması sonucu bagajından çıkan karaktere diğer bir üçüncü arabanın çarpması, ve bu üç arabadaki karakterlerin birbiriyle bağlantılı olaylar sonucu aynı anda aynı yerde olmaları, kara komedinin ironik tesadüf temasının nasıl başarılı bir şekilde kullanılabileceğinin bir göstergesi.

Snatch'in açılış sahnesinde elmas soyguncularının yaptığı Virgin Mary muhabbeti, o anda yapacakları soygun işinden tamamen bağımsız gibi gözükse de, diyalog aslında Tarantino'nun Reservoir Dogs filminin açılış sahnesindeki Like A Virgin diyaloguna bir gönderme. Reservoir Dogs gibi türünün önemli filmlerinden birine, bir Tarantino filmine, bu kadar belli belirsiz bir gönderme yapılması, izlerken çok ayrı bir keyif katıyor.

Benicio Del Toro, Brad Pitt, Jason Statham, Vinnie Jones gibi güçlü oyuncu kadrosunun ve çok başarılı soundrack'inin filmi zenginleştirmesinin yanısıra, diyalogların ustalıkla işlenmesi de Snatch'e ayrı bir boyut katıyor. Jason Statham'ın karakeri ile ortağının arasında geçen ve üç zenci soyguncunun arasında geçen diyalogların çok "Captain Obvious" tarzında olması, uzun süre ölmek bilmeyen Bullet-Tooth Tony karakterinin delilik, ikna edicilik ve etkileyicilik çizgileri arasında giden konuşmaları gibi sahneler filmi nefes almadan izletiyor. Brick Top karakterinin "nemesis" (intikam, öç, düşman) tanımlaması ise kayda değer sahnelerden biri.




29 Ocak 2017 Pazar

Biri dünyanın sonu mu dedi? Tehlikenin farkında mısınız?

Apokalips, kıyamet, mahşer, vahiy. Ne dersek diyelim film endüstrisinde son zamanların artan trendi haline gelen kıyamet teması, izlediğimiz birkaç filmden birinde karşımıza çıkmaya başladı.

Apokaliptik filmler diye düşündüğümüzde ilk akla gelen yakın zamandan 3-5 film vardır mutlaka; Hunger Games, Mad Max, Interstellar gibi. Bunların büyük bütçeli ve ses getiren filmler olduğunu da göz önünde bulundurunca, apokaliptik filmlerin sinema endüstrisine ve hayatımıza fark ettirmeden ne kadar girdiğini görebiliyoruz. Bu yeni sahiplendiği geniş yer sayesinde, apokaliptik filmlere eskiden çok farklı bir bakış açısı diye bakarken, artık bu tip senaryoları tamamen normalize etmiş bir "güncellenmiş" halimizdeyiz.

Wikipedia'yı kaynak olarak göstererek birkaç rakam vermek gerekirse, kronolojik olarak apokaliptik filmlerin artışı son yıllarda ciddi bir hızlanma gösteriyor. 50'ler öncesinde sadece 4 film varken 50'lerde 12 apokaliptik film bulunuyor. 60'larda 23 film çekilmişken, 70'ler, 80'ler ve 90'larda 35'er apokaliptik film yer alıyor. 2000'li yıllarda büyük bir artışla 63 film çekilmişken, 2010'lu yıllarda günümüze kadar 69 film bulunuyor. 2017 yılına yeni girdiğimiz düşünüldüğünde bu sayının büyük oranda artacağını bekleyebiliriz.

Diziler de kıyamet, dünyanın sonu ve yeni dünya temalarıyla son yıllarda filmlerdeki bu artışa paralel bir yapıda ilerlemiş durumda. Dizilerde özellikle post-apokaliptik teması daha öne geçiyor; bir konunun uzun olarak işlenebilmesi için dünyanın sonuna odaklanmaktansa, yeni dünyanın nasıl bir yapısı olabileceği ile ilgili farklı senaryolar işleniyor. Yine Wikipedia'da listelenen post-apokaliptik dizilerin sayısı da 73. Bir dizinin ortalama 3-4 sezon devam ettiğini varsayarsak, bu da filmlerdeki gelişimi desteklemek açısından hiç de azımsanmayacak bir rakam.

Hollywood dönem dönem bazı konuları, temaları insanların algılarında normalize etmek adına filmlerde fazla işlemeye başlayabiliyor. Bu trend ondan tamamen bağımsız olabilir; toplumsal gelişim düşünüldüğünde insanların ilgi göstermesinden kaynaklanan, sinema endüstrisindeki sadece yeni bir para kapısı da olabilir. Konu hakkında ufak bir farkındalık sahibi olmaktan zarar çıkmaz tabi. Şimdilik apokaliptik filmlerin keyfini çıkarmaya devam!

17 Kasım 2016 Perşembe

The Big Lebowski - Ev sahibine kapıyı bornozla ve white russianla açmak

Kara mizah türünün başyapıtlarından biri olan The Big Lebowski, bir kez izleyip geçemeyeceğin, arada tekrar yüzünde bıraktığı o farklı ve çarpık gülümsemeyi bulmak istediğinde dönüp açacağın tarzda bir film. Karakterlerinden oyuncularına, senaryosundan görsel efektlerine şölen tadında geçen film, vizyona girdiği 1998 yılından bu yana etkisini hala yitirmeyen değerlerden.

Filmin bu kadar beğenilmesinin en büyük nedenlerinden biri ana karakter the Dude, ya da kendi tasvir ettiği diğer isimleriyle his Dudeness, Duder, el Duderino. Dude kendini pasifist olarak tanımlayan son derece rahat biri. İşi olmayan, buna rağmen arabası olan, iç mekanda bile güneş gözlüğü takan, boş zamanlarında bowling oynayan bir karakter. Bir de white russian içmeyi çok seviyor. Bu içki genelde de Dude ile özdeşleşmiş bir durumda. Jeff Bridges'in oyunculuğu ise tek kelimeyle şahane.



İlk bakışta belli olmayan ince siyasi göndermeler de filmde yer alıyor. Vizyona girdiği tarih 1998 olsa da film 90'ların başında geçiyor. Bu zamana dair, filmin başında hikayeye giriş yapılırken de Iraklılar ile çatışmanın olduğu zamanlarda geçtiği söyleniyor. O an çok ufak bir ayrıntı gibi gözükse de birkaç sahne sonra Dude alışverişte aldığı sütü 0.69 dolarlık çek ile ödemek için yazarken tarihte 9/11 gözüküyor. Bu sahne sırasında televizyonda konuşan Bush, Irak ve Kuveyt arasında olan çatışmayla ilgili "This agression will not stand" diyor. Sonrasında ise Dude'un halısıyla ilgili hakkını savunmak için diğer Mr. Lebowski'ye gittiğinde aynı cümleyi kullandığını görüyoruz. Bu göndermeler o sıradaki Amerikan siyasetine yönelik birçok farklı anlam içeriyor olabilir. Bir pasifiste bu cümleyi söyletmekle yönetmen Coen kardeşler, yaşanan olaylara sarkastik bir bakış açısı göstermek istiyor olabilir. Vietnam savaşına katılmış bir milliyetçi ile bir hippiyi yakın arkadaş yaparak farklı görüşlerdeki zıtlıkları sergilemek istemiş de olabilir.

Diğer alt metinlerden biri de cinsiyet ve erkeklik vurgusu. Tehditlerin birinin Dude'un erkekliğine yönelik olmasının ardından Dude'un bunu kaybetme korkusunu yüzeye çıkıyor. Mr. Lebowski ise engelli olduğundan, bu yönden bakınca erkekliğe dair bir eksikliğinin olduğu olarak yorumlanabilir. Bu eksikliği azimle çok çalışarak başarı ve para elde ederek kapatmışken, Dude çalışmayan biri olarak karşına çıkıyor. Diğer yandan Mr. Lebowski'nin kızı Maude, feminizmi ve cinselliği yansıtıyor. Maude'un Dude'dan çocuk yapmak istemesi de bu doğrultuda Dude'un erkeklik gururunu yücelten bir unsur, bunu da evden çıktıktan sonra gereksiz yere Maude'u savunmasında bulabilirsin. Mr. Lebowski'nin sanılan kadar fazla parası olmadığı gerçeği ise elinde tutunacak hiçbir şey kalmamasına yol açıyor.

Senaryo ve oyunculuktaki birçok ufak ayrıntı aslında birleşip filmi zenginleştiren öğeler. John Turturro'nun kısa ama etkili performansı, sahil sahnesi, her muhabbetin Vietnam'a gelmesi, John Goodman'ın efsane performansı, hikayenin bir kovboy tarafından anlatılması gibi. The Big Lebowski tüm bunlar için olmayacaksa bile, bir pasifist ile Vietnam savaşına katılmış koyu bir milliyetçinin muhabbetini dinlemek ve Dude'un sadece bir halı uğruna başına gelen olayları görmek için bile izlenir.



25 Ağustos 2016 Perşembe

Bruce Almighty - Televizyon spikeri saçmalayınca

Kontrolsüz güç güç değildir. Yanlış film mi oldu? Yine de burası için de geçerli bir durum. Sadece istemek için istemek yerine, asıl ne istediğini keşfedip ona yönelik hareket etmenin en doğrusu olduğu temalı bir film Bruce Almighty.

Filmin hiç karmaşık olmayan özünü tamamladığımıza göre eğlenceli kısımlara gelelim. Din konseptine hiç girmeden Tanrı temalı bir film yapmak kolay olmasa gerek, üstelik bu filmde Jim Carrey varken. Hassas noktalara dokunmamayı başarıp konuyu tam bir lunapark treni haline getirebilen bir aktörden bahsediyoruz. 90'lı ve 2000'li yılların komedi filmlerinde aranan isimlerden biri olan Jim Carrey, kalıplaşmış gülümsemesi ve neredeyse patenti alınabilecek farklı kelime kalıplarıyla konuyu süslüyor. Yüksek enerjisini düşününce oynadığı filmlerdeki karakterleri başkasının canlandırması da o derece zorlaşıyor.

Jennifer Aniston filmin çekildiği 2003'te, Friends dizisinin son sezonlarında olmasıyla kariyerinin zirvesinde dolaştığı yıllarda diyebiliriz. Filme kattığı müthiş bir oyunculuk gibi bir etkiden öte, bu şöhretin dolaylı etkisini görüyoruz.

Sonradan terfi edilen spiker rolünü oynayan Steve Carell ise her zamanki gibi harika bir performans sergiliyor. Boş baktığı zaman bile güldürmeyi başaran, laflarının arasında farklı yerlerde durmasıyla ve komediyi farklı bir boyuta taşımasıyla bu filmin en güçlü yanlarından biri. Jim Carrey'nin karakteri Tanrı'nın özelliklerine sahip olduğunda, Steve Carrel'ın karakterine canlı yayında saçmalattığı sahnede yüksek sesle gülmemek elde değil.


Filmin konuşması en keyifli yanlarından biri ise Morgan Freeman. Morgan Freeman öyle ilginç biri ki her izlediğin filmde, yarısında da olsa çıkma ihtimali vardır. Filmin türü de farketmez; polisiye, dram, gizem, tarihi, korku, aksiyon, komedi, belgesel, ne ararsan var. Bu tecrübeyle Morgan Freeman'ın yeni filmlerde rol almakta sıkıntı çektiğini de sanmıyorum; şu an çekilecek gözüken 4 filmi, tamamlanmış gözüken 1 filmi bulunuyor. Senede 4-5, bazen çok daha fazla filmde yer alıyor. Bu sayede hayatımızın bir parçası haline geldi desek garipsemeyiz. Morgan Freeman hakkındaki daha da ilginç bilgiler için aşağıdaki videoyu izleyebilirsin.


22 Ağustos 2016 Pazartesi

Being John Malkovich - Bir restoran dolusu Malkovich

15 dakikalığına bir başkası olmak ister miydin? Daha netleştireyim, 15 dakikalığına John Malkovich olmak ister miydin? Bir portal var ve buradan geçince John Malkovich'in beynine girip gözünden dünyasını görebiliyorsun desem, kulağa nasıl geliyor? Asıl soru, bunu kabul eder miydin?

Being John Malkovich'i izlediysen, süper ama ne oldu şimdi dediğini duyar gibiyim. Garip gibi gözüken, fazlasıyla farklı olan senaryonun derinlerine inip konuyu biraz daha çözelim.

Ana karakterleri tek tek ele alırsak; John Cusack'ın oynadığı karakter hayatından, evliliğinden ve yaşamının her aşamasının tekdüze olmasından son derece mutsuz, tek tutkusu kuklacılık olan biri. Bu sıradanlığı bozan ilk renk olan Maxine isimli karakter tabloya girdiğinde aşık olup hayatının tüm yönünü ona çevirmesi hiç de şaşırtıcı değil. Bu mutsuz evlilikte, onun eşi rolünde oynayan karakteri ise Cameron Diaz canlandırıyor. Diaz'ın canlandırdığı karakter, eşinin başarısız işinden yılmışlık sendromuna kapılmış, bebek isteyen ama eşinin bir türlü hazır olmamasından hayal kırıklığı içinde kafeslerde kalan biri. Bu tükenmişlik sonucunda kendini çok sayıda hayvan yetiştirmeye adamış ve bu şekilde zaman geçirerek akıl sağlığını korumayı başarmış. Maxine'in bu tabloya girişi ise bu evliliğin sağlam olmayan temellerini yıkıp geçen bir kasırga gibi oluyor. Her iki karakter de çok güçlü ve son derece etkileyici olan Maxine'in cazibesine kapılıp belirsiz bir yolculuğa çıkıyor.

Portalı geçip John Malkovich'in beynine girmek herkeste farklı bir etki yaratıyor. Reklamda yazdığı gibi, "Hiç Başkası Olmak İstediniz mi?" Bunu deneyen herkesin amacı farklı olduğu için yaşadığı deneyim de farklı oluyor. John Cusack'ın oynadığı karakterin tüm amacı Maxine'i etkilemek olduğundan onun isteklerini öğrenip kendi kuklacılık yetenekleri doğrultusunda bunları kullanarak John Malkovich'i bir kukla gibi yönetmeyi başarıyor. Cameron Diaz'ın oynadığı karakter erkek olmaktan, farklı olmaktan ve bir kadının bu şekilde bakışını hissetmekten zevk aldığı için, Maxine'e aşık olduğu için John Malkovich oluyor. Bir X kişisi sadece başka bir insan olmak istediğinde bu 15 dakikalık deneyimden çok büyük keyif alırken, Dr. Lester ise tamamen bu bedende yaşamak amaçlı geçtiği için anında kontrolü sağlıyor.

Maxine'in amacı hiçbir zaman John Malkovich olmak değil. Bu karakter tamamen kontrol etmeyi ve gücü seviyor. Kendine sürekli hayran ve aşık olunan biri. John Malkovich'in içine başka biri daha girdiğinde, kendisine aşık olan sayesinde iki kişiyi birden aynı andan kontrol edebilme düşüncesi onu baştan çıkarıyor.

Her detay Being John Malkovich'i daha da zenginleştirerek büyütüyor adeta. Çocukluk travması yaşayan şempanze bunu psikologla aşarak doğru anda doğru hamleyi yapabiliyor. Ofisin yedi buçuğuncu katta olması, hatta bir binada yedi buçuğuncu katın olmasının gerçeküstü konsepti ile bu ofiste John Malkovich'in beynine giden bir portal olması son derece uyuşuyor. Muhteşem kukla gösterilerini saran umutsuzluk notaları da birçok yerde yankılanıyor. Müthiş ötesi, eksantrik aktör John Malkovich, ki inanılmaz performansının altını defalarca çizmek istiyorum, dans eder mi gibi komik bir soruyu yine şahane bir şekilde cevaplayıp dans ediyor ve bunu da unutulmaz bir performans haline getiriyor.


14 Ağustos 2016 Pazar

Magnolia - Gökten kurbağa yağması

Yaşanan tesadüfler gerçekten bir tesadüf mü? Yoksa her şeyin bir sebebi mi var? Sembolizmle renklenmiş, tesadüflerin ilginç yanlarını gösteren, konusunun ise ne olduğunu tam olarak anlatması çok zor olan bir film Magnolia. 3 saatlik bir dram filmi olmasına rağmen hikayelerin içine çekmesi ve adeta bir girdap oluşturması sayesinde başarıyla akıp geçen bir film.

Filmin adının neden Magnolia olduğu merak uyandıran bir konu. Bunu araştırdıkça tesadüf temasıyla tamamen uyuşan, her bir noktada gittikçe garipleşen veriler ve iddaalar söz konusu. Şu şekilde başlayalım; Filmin çekildiği San Fernando Vadisi'nde "Magnolia Blvd" diye bir sokak bulunuyor. Magnolia kelimesinde toplam 8 harf ile 2 a harfi bulunuyor; bu da filmin aşağıda detaylandırdığım 82 temasıyla örtüşen bir katman. Yönetmen ve yazar Paul Thomas Anderson'ın senaryoyu yazmadan önce Magnolia ismi aklında bulunuyor. Bununla beraber, yazmaya başlayınca senaryo adeta "çiçekleniyor" ve birçok aktör için yazmak istediği karakterler olduğunu fark ediyor. Ayrıca manolya ağacı hakkında araştırma yaptığında ağacın kabuğunun kanseri iyileştirdiği yönünde bir efsane olduğunu öğreniyor.

Magnolia'nın tamamında ayrıca ilginç bir bir 82 konsepti bulunuyor. Farklı sahnelerde, birbirinden bağımsız gibi görünen noktalarda, fark edilmesi çok kolay olmayan ve kolay gözden kaçabilen yerlerde bu sayı gizlenmiş durumda. En başta asılan adamın üzerinde 82 yazıyor, gölden su alan uçağın numarası 82, bu uçağın pilotu 2 istediği zaman casino'da blackjack oynarken 8 geliyor, devamında anlatılan ödül yemeği 8:20 PM'de geçiyor, intihar sahnesinde çocuk atlamadan önce iple 82 yazıyor. Filmin ilerleyen sahnelerinde Seduce and Destroy kitabını sipariş etmek için olan telefon numarasında 82 geçiyor, polisin telesekreter mesajında 82 numaralı mailbox'a mesaj bırakılmasını istiyor, televizyon şovunda pankartlarda Exodus 8:2 diye bir yazı bulunuyor, baştaki yağmur yağma ihtimali %82. Bu göndermelerden çok daha fazlasının filmde yer alıyor olması büyük bir ihtimal. Peki bütün bu 82 çılgınlığının anlamı ne?

İncil'den Exodus 8:2'ye baktığımızda, "And if thou refuse to let them go, behold, I will smite all thy borders with frogs." Buradan da filmin yine çok enteresan olan kurbağa yağmuru sahnesine geliyoruz. Bu sahne yine Magnolia anlamında olduğu gibi birkaç elementin birleşimi olabilir. İncil'deki Exodus'tan yola çıkarsak, filmde birçok yanlış yapan baba figürü olduğundan özgür bırakılması gereken çocuklar konsepti, bu cümle ve kurbağa yağmuru ile özdeşleşebilir. Başka bir açıdan bakarsak o ana kadar filmin yükseldiği atmosferle her şey o kadar rayından çıkmış durumdadır ki, kurbağa yağmuru bile bu ortamda garipsenmez. Yazarın da söylediğine göre, tarihteki toplumlar incelendiğinde Romalılara kadar geçmişe giden dönemdeki inanışlara göre, toplumların sağlığı ile kurbağaların sağlığı arasında çok yüksek bir korelasyon varmış. Buradan da filmde tüm karakterlerin düğüm içine girdiği ve hayatlarında oluşan en karmaşık ve negatif noktaya geldikleri anda gökten kurbağaların yağması ve yere çarpıp ölmeleri anlam kazanıyor.


Kullanılan müzik ve hava durumları da filmin akışını yönlendiren diğer unsurlar. Filmde gerginliğin arttığı, bağırmaların yoğunlaştığı, olumsuz olayların olacağı anlarda daha yoğun ve gergin notalarda müzik kullanımı görüyoruz. Filmdeki çok yoğun duygusal konuşmalarda ise müziği kullanmadan, dikkati tamamen konuşmaya çekmek tercih edilmiş. Yağmur ise her zaman olduğu gibi duygularla paralel olan bir element; özellikle kırgınlık, sinir bozukluğu, stres ve öfke gibi duygu yoğunlukları artış gösterdikçe yağmurun da şiddeti artıyor.

Filmi izlerken şu an tam olarak ne oluyor diye izlemek yanlış olur. Dram filminde olayı bütünlüğüyle incelemek gerekli. Karakterlerin birbirine yaklaşımları, ilişkilerdeki çözümlemeler, farklı çapraz karşılaşmalar filmi anlamlandırır. Burada da tüm karakterlerin 1 gün içinde yaşadığı olaylar, iniş ve çıkışlar hayatlarını farklı şekilde yönlendiriyor. Bu olayları sembolizmle tesadüfler çevreliyor. Karakterler başta çok kopuk gözükse de filmin sonuna kadar birçok noktada hayatları birbirine dokunuyor. Polisin işi hakkında gibi yaptığı konuşma aslında film hakkındaki önemli çözümlemelerden biri; insanlar hayatı çok kolay zannedebilir. Bazen karşındaki insan cezayı hak eder, bazen affedilmeyi. Önemli olan doğru anda doğru kararı verebilmek, bazen affedebilmek daha zor olsa da.