25 Ekim 2015 Pazar

Reservoir Dogs - Takım elbiseli çetenin yavaş çekimde yürüyüşü

Quentin Tarantino'nun filmlerini sevmek özel bir bakış açısı gerektirir. Kara mizah her izleyenin farklı duygular çıkartabileceği, yine de yönetmenin aktarmak istediği mesajı ve ironiyi anlayabileceği enteresan bir türdür. Bu türü işleyen her yönetmenin farklı yöntemleri olduğu gibi Tarantino'nun imzası diyebileceğimiz pek çok sahne ve özellik, Reservoir Dogs'da da zeki ve akıcı diyalogları çevreleyen etmenler olarak karşına çıkıyor.

Filme rahat bir başlangıç yaptıktan sonra, kanlı sahnelere hızlı bir giriş yapıyorsun. Tarantino filmlerinde kanı kullanmaktan çekinmemesiyle, öldürmelerin de ötesinde kanın havaya savruluşları ile hikayeyi anlatmasıyla Amerikan sinemasına farklı bir yorum getirmiştir. Reservoir Dogs'da da kanlı sahnelerden payını fazlasıyla alıyorsun; kendi kanı içinde yatan karnından vurulmuş bir Mr. Orange, polise işkence sahnesi, polislerle olan çatışmalar, Mr. Orange'ın arabadaki kanlı sahnesi... Bu anlatış biçimiyle hayatın ucuzluğunu gösterirken, belirli kesim insanların yaşayış biçimindeki duygu dengesizliğini abartılı vurguluyor olabilir.

Senaryodaki en eğlenceli yanlardan biri gizemin film boyunca korunuyor olması. Başta ne dolap döndüğüne dair her şeyi bilmediğinden merak duygun film boyunca aktarılmaya devam ediyor. Bunu da Tarantino'nun Pulp Fiction gibi başka filmlerinden de gördüğümüz üzere, gelişen olayları zamana göre farklı noktalarda göstererek, kronolojiyi karışık kurgulayarak başarıyor.

Reservoir Dogs'un en etkileyici ve sarsıcı sahnelerinden biri Mr. Blonde'un polise yaptığı işkence sahnesi. Çete içinde en karizmatik ve Mr. White'ın deyişiyle "psikopat" karakter olan Mr. Blonde'un bu sahnedeki dengesizliğini ön plana çıkarmak için Tarantino 70'lerden neşeli tonlarda bir şarkı kullanıyor. Çoğunlukla arka planda bir şarkı olmayan filmin bu sahnesinde şarkı kullanılması ironiyi destekleyen bir özellik.

Filmin en önemli mesajlarından birinin verildiği sahnelerinden biri, çetenin başı olan Joe'nun çeteye bir hikaye ile mesaj vermeye çalışması. Başka bir çete hapse girer ve nerede yanlış yaptıklarını düşünürken aralarından biri, işi planlarken sürekli geyik yapıp şakalaşıyorduk, der ve Joe bu mesajı kendi çetesinin de benimsemesini ister. Filmin en başındaki sahneden itibaren ise bunun benimsenmediğini tekrar tekrar gözlemleyebilirsin. Çetenin üyeleri her bir araya geldiklerinde geyik yapmaya başlıyorlar ve en baştaki mesaja rağmen bu şekilde davranmaları ironik bir şekilde gelişmelere yansıyor. Karakterler hikaye anlatmaktan ve dinlemekten ciddi keyif alıyorlar, bazen sadece lafı uzatmak için bile uzattıkları oluyor. Baştaki bahşiş muhabbeti de bunlardan biri. Mr. Pink, patron Joe'nun sonunda zorlamasıyla bahşişi bırakıyor, ama öncesinde uzun uzadıya neden bahşiş bırakmaya inanmadığına dair konuşma yapıyor.

Tarantino'nun senaristliği filme uzun ve usta diyaloglar, çok baskın küfür içerikli söylemler olarak yansıyor. Mr. White ile Mr. Pink'in konuştuğu 2 kişilik sahneyi sıkıcı hale getirmeden izleten yönetmen ve senaristin bu filminde oynayıp diğer filmlerinde de ortak olan oyunculardan birkaçı Tim Roth, Michael Madson, Harvey Keitel, Steve Buscemi. Kendisi de buradaki Mr. Brown karakteri gibi, filmlerinde ufak bir rol almayı ihmal etmiyor.



13 Ekim 2015 Salı

Twelve Monkeys - Yavaş çekimde hayıııııır

Yaklaşık 20 yıldır Twelve Monkeys'i izlemeyen, sadece sondaki kültleşmiş yavaş çekimdeki "Hayııııır!" sahnesini hatırlayan şanslı insanlardan biriysen, filmi en kısa zamanda tekrar izlenmesi gereken listende en üst sıraya koymanı tavsiye ederim. Filmi yakından hatırlayanlar için bu olağanüstü bilim kurgunun derinliklerine girelim...

Zaman kavramıyla oynamayı çok seven bir sinema kültürü içinde yaşıyoruz. Twelve Monkeys de bu tür içinde yerini sağlam harflerle kazıyan filmlerden biri. Bilim kurgu filmlerinin omurlarından birini zamanda yolculuk oluşturur desem doğru bir tespit olabilir, bu da insanoğlunun çok eski zamanlardan beri farklı zaman dilimlerine geçebilme isteğinden kaynaklı bir durum.

Filmin daha girişindeki müzikle beraber heyecan seviyesi yüksek, çılgın dozla beslenmiş bir maceraya adım attığını hissedebiliyorsun. Tüm film boyunca bu tema korunurken, senaryo da bu temayla beslenip yönetmen de delilik konseptiyle adeta flörtleşiyor. Başroldeki karakterin, James Cole'un akıl sağlığına dair kararın film ilerledikçe değişebiliyor; Cole merkezinde yoğunlaşan delilik konsepti, tüm çevresel faktörler ve diğer karakterlerle besleniyor. Akıl hastanesinde geçen uzun sahneler, gelecekteki bilim adamlarının yorumları ve yönlendirmeleri, Cole'un bazı olayları içgüdüsel olarak biliyor gibi gözükmesi, son derece rasyonel Dr. Railly ve buna tezat olarak çılgın karakter Jeffrey, filmin akışı içinde Cole'un deliliğini mantıklı gösterebiliyor. Bunların yanında filmin görsel olarak karanlık ve dağınık olması, hastalık yayılmadan önce bile sahnelerin hep dağınık ve karışıklık içinde olması bu delilik atmosferini destekleyen etkenler.

Bruce Willis 90'larda oynadığı çoğu filmde olduğu gibi bu filmin çoğunu da yara içinde, suratının bir kısmında kan izleriyle, terli ve yorgun ama azimli olarak geçiriyor. Die Hard serisi de düşünülürse, o yıllarda belli bir süre boyunca bu görünüş Willis'e ciddi anlamda para kazandırmış.

Parçaların yerine oturduğu ve çok açık olmamakla beraber en önemli sahnelerden biri olan sinema salonu sahnesi, filmin en can alıcı noktasına değiniyor. Alfred Hitchcock'un Vertigo filminden bir sahne gördüğün sinema salonunda oturan karakterler kılık değiştirirken Cole'un yaşadığı farkındalık, filmdeki zaman yolculuğu paradoksunu özetliyor aslında: Aslında film tekrar izlesen de değişmiyor, tekrar izlediğinde farklı yerlere dikkat edebiliyorsun. Cole'un rüyasının gelişimi de bu algıya paralel; rüyayı her gördüğünde aynı şekilde değil, zaman içinde kendi de değiştiği için farklı noktalara dikkat ederek görüyor. Sinema salonu sahnesinin ardından gelen duygusal sahnede, karakterler adeta kendi filmlerini yaşarken Vertigo'nun müziğinin çalması da bu paradoksu tamamlayan hoş bir dokunuş olmuş.



8 Ekim 2015 Perşembe

Elizabethtown - Anma töreninde tap dansı

Yaşadığını tekrar hissetmek isteyenler için güzel bir film Elizabethtown. Kendini duygu roller coaster'ında bulabileceğin, senaryodaki duygular içinde ilerlerken kendi yaşanmışlık ve hislerini de sorgulayacağın bir film. Acaba mı'ları, öyle mi'leri, neden ki'leri sorduğun, bir yandan da ağzında sütlü çikolata tadı bırakan bir film.

Amerika'nın coğrafyaya göre aile bağlarının kuvvetli olup olmadığını sayısız filmde görebiliyoruz. Güneyde aile ve komşuluk önemlidir, California ve New York yozlaşmıştır. Bu yapıya dayandırarak birçok filmin çerçevesini çizebiliriz. Elizabethtown'da da Kentucky'deki aile yapısını yakından görüp, California'ya çok sayıda yapılan göndermelerle net bir fotoğraf çizebiliyoruz. Babası vefat eden ana karakterin bir süredir onunla yakın olmamasının yarattığı etkiyi, birbirine çok yakın geniş akraba çevresine girdiğinde görüyoruz. Bu yaşadığı zorluk filmde hareketlerinde uyum sağlayamamasıyla, karar vermekte güçlük çekmesiyle, zamanı farklı anlarda yavaş olarak algılamasıyla karşımıza çıkıyor.

Filmin en güçlü yanlarından biri Susan Sarandon. Yakın zamanda dul olan karakteri canlandıran Sarandon, aynı anda güldürüp duygulandırabilen ifadesiyle eşsiz bir performans sergiliyor. Anma töreninde yaptığı konuşmada izleyiciye farklı noktalarda dokunabiliyor. Sahneyi taçlandıran Moon River şarkısına yaptığı tap dansı, bütün duygusal şölen diyebileceğimiz konuşmanın ardından görülmeye değer.

Başarısızlık ve bunu kabullenmek birçok filmin, özellikle romantik komedilerin ortak konusu olduğu için bunun nasıl işlendiği çok önemli. Bu noktada Kirsten Dunst'ın eksantrik karakteri devreye giriyor. Kendinden bir parça bulup aynı zamanda uzak hissettiğin, ona üzüldüğünde aslında kendine üzüldüğünü farkedip sorgulamaya gittiğin, ideal olarak tanımlayıp aynı anda kendini üstün görebileceğin bir karakter kolay kolay karşına çıkmıyor. Yedek insan konseptini açıkladığında ben buna benzer miyim sorusu, yol için kapsamlı müzik ve açıklamalardan oluşan haritayı yaptığında ben bunu yapar mıydım sorusu, dondurma külahı konseptini anlattığında günde bundan kaç tane alıyorum sorusu, otel lobisinde belirdiğinde tekrar gelir miydim sorusu karakterle aslında ne kadar kendini özdeşleştirdiğini gösteriyor. Bu özdeşleştirme de karakterin eksik ve çekindiği yanlarını göstermesiyle mümkün oluyor.

Elizabethtown'dan cebinde kalması gereken kendinle olan ilişkin belki de, kendinle yalnız kalmanın değerini bilip bunu kendini tanımak için bir fırsat olarak görmek.