6 Aralık 2015 Pazar

The Addams Family - Okul müsameresinde kan banyosu

Arkadaşın düştüğünde yardım etmekten önce gülenlerden misin? O zaman bu film de gülerek izleyeceğin bir film olabilir.

The Addams Family tarihçesi 1930'lara kadar uzanıyor. İlk olarak 1938'de The New Yorker'da karikatür olarak başlayan seri, 60'larda bir sitcom ile devam etmiştir. 70'lerde çizgifilm ile varlığını sürdüren Addams Family kültürü, 1988'de karikatürleri çizen Charles Addams'ın ölümü ile bir durgunluk sürecine girmiştir. Bu süreci devam ettiren, 1991 yılında The Addams Family filmini hayata geçirmek ve ardından ikincisini çekerek yeni nesle de bu kültürü aktarmak olmuştur.

The Addams Family'nin başlangıç noktasını ve kültürünü daha iyi tanıyarak film hakkında daha doğru yorumlar yapılabilir. The New Yorker ofisinde çalışmayan Charles Addams, karikatürlerini dergiye bırakarak çalışmasını sürdürmüştür. "Addams Family" karikatür serisinde sadece yaklaşık 24 çizim yapmıştır. Aile üyelerinden birinin bulunduğu, 1938 yılına ait ilk karikatürü aşağıda yer alıyor. Genelde çizimlerini altyazısız kurgulamayan karikatürist, Noel dönemi için çizdiği 1946 yılına ait klasikleşmiş bir karikatüründe altyazı kullanmayıp yorumunu tamamen görsel olarak anlatmıştır. Noel şarkıcılarıyla ilgili yaptığı bu çizimle mizahın karanlık yanında yer alıp bunun eğlenceli açısını okuyucuya göstermiştir. Aşağıda yer alan karikatürü aynı zamanda filmin giriş sahnesinde izleyip The Addams Family'ye hızlı bir giriş yapmış oluyorsun.


 


The Addams Family, kasvetli havada durmadan yağış alan şato içinde yaşayan bir aile. Bu ailenin üyeleri şahane figürlü siyahlar içinde bembeyaz tenli anne Morticia Addams; romantik, atletik ve dinamik baba Gomez Addams; saçları iki yandan örgülü, işkence ve ölüm meraklısı kızları Wednesday ve nispeten daha saf ama işkence ve oyun kurgularında aşağıda kalmayan oğulları Pugsley. Frankestein'a benzeyen ve hormurdanarak ses çıkarak kahyaları Lurch ile Gomez'in erkek kardeşi Fester Addams da önemli karakterler.

Filmi son derece keyifli kılan durum, birçok karanlık mizah içeren sahnenin bir araya gelmiş olması. Wednesday'in her bebeğinin kafasını koparması ve kollarını bir vampir gibi çapraz yaparak uyuması, çocukların oyun olarak birbirleri üzerinde elektroşok ve giyotin kullanması, Gomez ile Fester'ın durmadan şakalaşırken dövüşüp birbirine bıçak fırlatması, güzel bir günde çocukların amcalarıyla beraber dinamitle oynaması gibi birçok sahne filme karanlık, kasvetli ve bir o kadar da keyifli bir atmosfer katıyor. Filmin en eğlenceli açılarından biri de Christopher Lloyd'un Fester Addams performansı olabilir. Lloyd'un her sahnede suratının aldığı şaşkın, karmaşık, şişmiş ve zorlanan bakışları, izlemeyi çok daha zevkli hale getiriyor. Karakterlerin garipliklerine alıştıktan, yürüyen tek bir eli normal bir karakter olarak kabul etmeye başladıktan sonra bile sadece saçtan oluşan "Itt" isimli bir karakterin ortaya çıkması, filmin tatlı sürprizlerle dolu olduğunu göstermeye devam ediyor.

Filmin çekimleri sırasında açıklanamayan ilginç olayların da yaşanmış olması The Addams Family gizemini devam ettiriyor. Yönetmen Sonnenfeld çekimin 3. haftasında göğsünde büyük bir baskı hissedip bayılmış. Bu olayın hemen ardından fimin görüntü yönetmeni başka bir filmde çalışmak için ayrılınca, yerine gelen kişi sinüs enfeksiyonundan hastaneye kaldırılıp geri dönmemiş. Çekimler sırasında ise kan dolu bir kap patlayıp Gomez Addams'ı oynayan Raul Julia'nın gözüne kaçmış. Bu tip olaylar da filmin üzerinde kara bulut dolandığı söylentisine yol açmış.





24 Kasım 2015 Salı

Midnight in Paris - Gergedanın resmini çizmek

Zamanda geriye gidebilseydin, hangi yıla gitmek isterdin?

1920'li yılları en keyifli temayla işleyen filmlerden biri Midnight in Paris. Fimde, ana karakter Gil Pender'in Paris'te gece yürüyüşleri sırasındaki tesadüfi bir keşfi sonucu 1920'lere büyülü bir yolculuk işleniyor. Bu yılların sanatsallığı, Paris sokakları ve şarap eşliğinde geçen yolculuk bir Cole Porter şarkısı kıvamında seyrediyor adeta.

20'ler birçok açıdan sanatsal, çekici ve büyüleyici bir dönemi yansıtır. Bir yazar veya başka herhangi biri için bu dönem altın çağ olarak nitelendirilebilir. Sanatın her dalında çok önemli eserlerin ortaya çıktığı ve büyük isimlerin yaşadığı bu dönemin özellikle bir sanatçı için altın değerinde gözükmesi son derece normal bir durum. Bu açıdan bakıldığında, filmde Pender'in bir yazar olarak Paris'e nişanlısı ve onun ailesiyle gelip çok iyi zaman geçirmediğinde bu döneme gitmesi de aynı paralellikte beklenen bir sonuç. İlham verici isimlerin bir arada bulunduğu döneme gitmek, Pender'in ortaya çıkardığı romanını da geliştirmesine yardımcı oluyor.

Yazar ve yönetmen Woody Allen birçok filminde ortak kullandığı temaları Midnight in Paris'te de kullanıyor. Hayal etme ve fantazi konsepti filmin geneline hakim durumda. 20'lerden gelen arabayla çıkılan yolculuk, Kül Kedisi masalına değinircesine geceyarısı çanlarıyla başlıyor. Nostaljinin romantizminde kaybolmak isteyen kahraman ile film boyunca nostaljiyi yaşıyorsun. Gerçekten uzaklaşmayı seven Woody Allen burada gerçeküstü bir iş çıkararak hayal ve kurgu arasında çok başarılı bir hikaye çiziyor. Romantizmle filmin her saniyesini süsleyen Woody Allen, esprili yorumlarını zeki bir şekilde konumlandırmayı da unutmuyor.

Önemli noktalardan biri, Pender'in bu kadar hayal ve gerçeküstü temasıyla çevreliyken, bu temaları yaratmış ve her hücresine kadar benimsemişken, bir gerçeklik farkındalığına varması ve bu gerçekliğe tutunup tavşan deliği içinde kaybolmamayı tercih etmesi. İnsan sonuçta her gün Ernest Hemingway ve Scott Fitzgerald ile edebiyat yapamıyor, Pablo Picasso ile beraber eserlerini inceleyip ardından Salvador Dali ile şarap içemiyor.



25 Ekim 2015 Pazar

Reservoir Dogs - Takım elbiseli çetenin yavaş çekimde yürüyüşü

Quentin Tarantino'nun filmlerini sevmek özel bir bakış açısı gerektirir. Kara mizah her izleyenin farklı duygular çıkartabileceği, yine de yönetmenin aktarmak istediği mesajı ve ironiyi anlayabileceği enteresan bir türdür. Bu türü işleyen her yönetmenin farklı yöntemleri olduğu gibi Tarantino'nun imzası diyebileceğimiz pek çok sahne ve özellik, Reservoir Dogs'da da zeki ve akıcı diyalogları çevreleyen etmenler olarak karşına çıkıyor.

Filme rahat bir başlangıç yaptıktan sonra, kanlı sahnelere hızlı bir giriş yapıyorsun. Tarantino filmlerinde kanı kullanmaktan çekinmemesiyle, öldürmelerin de ötesinde kanın havaya savruluşları ile hikayeyi anlatmasıyla Amerikan sinemasına farklı bir yorum getirmiştir. Reservoir Dogs'da da kanlı sahnelerden payını fazlasıyla alıyorsun; kendi kanı içinde yatan karnından vurulmuş bir Mr. Orange, polise işkence sahnesi, polislerle olan çatışmalar, Mr. Orange'ın arabadaki kanlı sahnesi... Bu anlatış biçimiyle hayatın ucuzluğunu gösterirken, belirli kesim insanların yaşayış biçimindeki duygu dengesizliğini abartılı vurguluyor olabilir.

Senaryodaki en eğlenceli yanlardan biri gizemin film boyunca korunuyor olması. Başta ne dolap döndüğüne dair her şeyi bilmediğinden merak duygun film boyunca aktarılmaya devam ediyor. Bunu da Tarantino'nun Pulp Fiction gibi başka filmlerinden de gördüğümüz üzere, gelişen olayları zamana göre farklı noktalarda göstererek, kronolojiyi karışık kurgulayarak başarıyor.

Reservoir Dogs'un en etkileyici ve sarsıcı sahnelerinden biri Mr. Blonde'un polise yaptığı işkence sahnesi. Çete içinde en karizmatik ve Mr. White'ın deyişiyle "psikopat" karakter olan Mr. Blonde'un bu sahnedeki dengesizliğini ön plana çıkarmak için Tarantino 70'lerden neşeli tonlarda bir şarkı kullanıyor. Çoğunlukla arka planda bir şarkı olmayan filmin bu sahnesinde şarkı kullanılması ironiyi destekleyen bir özellik.

Filmin en önemli mesajlarından birinin verildiği sahnelerinden biri, çetenin başı olan Joe'nun çeteye bir hikaye ile mesaj vermeye çalışması. Başka bir çete hapse girer ve nerede yanlış yaptıklarını düşünürken aralarından biri, işi planlarken sürekli geyik yapıp şakalaşıyorduk, der ve Joe bu mesajı kendi çetesinin de benimsemesini ister. Filmin en başındaki sahneden itibaren ise bunun benimsenmediğini tekrar tekrar gözlemleyebilirsin. Çetenin üyeleri her bir araya geldiklerinde geyik yapmaya başlıyorlar ve en baştaki mesaja rağmen bu şekilde davranmaları ironik bir şekilde gelişmelere yansıyor. Karakterler hikaye anlatmaktan ve dinlemekten ciddi keyif alıyorlar, bazen sadece lafı uzatmak için bile uzattıkları oluyor. Baştaki bahşiş muhabbeti de bunlardan biri. Mr. Pink, patron Joe'nun sonunda zorlamasıyla bahşişi bırakıyor, ama öncesinde uzun uzadıya neden bahşiş bırakmaya inanmadığına dair konuşma yapıyor.

Tarantino'nun senaristliği filme uzun ve usta diyaloglar, çok baskın küfür içerikli söylemler olarak yansıyor. Mr. White ile Mr. Pink'in konuştuğu 2 kişilik sahneyi sıkıcı hale getirmeden izleten yönetmen ve senaristin bu filminde oynayıp diğer filmlerinde de ortak olan oyunculardan birkaçı Tim Roth, Michael Madson, Harvey Keitel, Steve Buscemi. Kendisi de buradaki Mr. Brown karakteri gibi, filmlerinde ufak bir rol almayı ihmal etmiyor.



13 Ekim 2015 Salı

Twelve Monkeys - Yavaş çekimde hayıııııır

Yaklaşık 20 yıldır Twelve Monkeys'i izlemeyen, sadece sondaki kültleşmiş yavaş çekimdeki "Hayııııır!" sahnesini hatırlayan şanslı insanlardan biriysen, filmi en kısa zamanda tekrar izlenmesi gereken listende en üst sıraya koymanı tavsiye ederim. Filmi yakından hatırlayanlar için bu olağanüstü bilim kurgunun derinliklerine girelim...

Zaman kavramıyla oynamayı çok seven bir sinema kültürü içinde yaşıyoruz. Twelve Monkeys de bu tür içinde yerini sağlam harflerle kazıyan filmlerden biri. Bilim kurgu filmlerinin omurlarından birini zamanda yolculuk oluşturur desem doğru bir tespit olabilir, bu da insanoğlunun çok eski zamanlardan beri farklı zaman dilimlerine geçebilme isteğinden kaynaklı bir durum.

Filmin daha girişindeki müzikle beraber heyecan seviyesi yüksek, çılgın dozla beslenmiş bir maceraya adım attığını hissedebiliyorsun. Tüm film boyunca bu tema korunurken, senaryo da bu temayla beslenip yönetmen de delilik konseptiyle adeta flörtleşiyor. Başroldeki karakterin, James Cole'un akıl sağlığına dair kararın film ilerledikçe değişebiliyor; Cole merkezinde yoğunlaşan delilik konsepti, tüm çevresel faktörler ve diğer karakterlerle besleniyor. Akıl hastanesinde geçen uzun sahneler, gelecekteki bilim adamlarının yorumları ve yönlendirmeleri, Cole'un bazı olayları içgüdüsel olarak biliyor gibi gözükmesi, son derece rasyonel Dr. Railly ve buna tezat olarak çılgın karakter Jeffrey, filmin akışı içinde Cole'un deliliğini mantıklı gösterebiliyor. Bunların yanında filmin görsel olarak karanlık ve dağınık olması, hastalık yayılmadan önce bile sahnelerin hep dağınık ve karışıklık içinde olması bu delilik atmosferini destekleyen etkenler.

Bruce Willis 90'larda oynadığı çoğu filmde olduğu gibi bu filmin çoğunu da yara içinde, suratının bir kısmında kan izleriyle, terli ve yorgun ama azimli olarak geçiriyor. Die Hard serisi de düşünülürse, o yıllarda belli bir süre boyunca bu görünüş Willis'e ciddi anlamda para kazandırmış.

Parçaların yerine oturduğu ve çok açık olmamakla beraber en önemli sahnelerden biri olan sinema salonu sahnesi, filmin en can alıcı noktasına değiniyor. Alfred Hitchcock'un Vertigo filminden bir sahne gördüğün sinema salonunda oturan karakterler kılık değiştirirken Cole'un yaşadığı farkındalık, filmdeki zaman yolculuğu paradoksunu özetliyor aslında: Aslında film tekrar izlesen de değişmiyor, tekrar izlediğinde farklı yerlere dikkat edebiliyorsun. Cole'un rüyasının gelişimi de bu algıya paralel; rüyayı her gördüğünde aynı şekilde değil, zaman içinde kendi de değiştiği için farklı noktalara dikkat ederek görüyor. Sinema salonu sahnesinin ardından gelen duygusal sahnede, karakterler adeta kendi filmlerini yaşarken Vertigo'nun müziğinin çalması da bu paradoksu tamamlayan hoş bir dokunuş olmuş.



8 Ekim 2015 Perşembe

Elizabethtown - Anma töreninde tap dansı

Yaşadığını tekrar hissetmek isteyenler için güzel bir film Elizabethtown. Kendini duygu roller coaster'ında bulabileceğin, senaryodaki duygular içinde ilerlerken kendi yaşanmışlık ve hislerini de sorgulayacağın bir film. Acaba mı'ları, öyle mi'leri, neden ki'leri sorduğun, bir yandan da ağzında sütlü çikolata tadı bırakan bir film.

Amerika'nın coğrafyaya göre aile bağlarının kuvvetli olup olmadığını sayısız filmde görebiliyoruz. Güneyde aile ve komşuluk önemlidir, California ve New York yozlaşmıştır. Bu yapıya dayandırarak birçok filmin çerçevesini çizebiliriz. Elizabethtown'da da Kentucky'deki aile yapısını yakından görüp, California'ya çok sayıda yapılan göndermelerle net bir fotoğraf çizebiliyoruz. Babası vefat eden ana karakterin bir süredir onunla yakın olmamasının yarattığı etkiyi, birbirine çok yakın geniş akraba çevresine girdiğinde görüyoruz. Bu yaşadığı zorluk filmde hareketlerinde uyum sağlayamamasıyla, karar vermekte güçlük çekmesiyle, zamanı farklı anlarda yavaş olarak algılamasıyla karşımıza çıkıyor.

Filmin en güçlü yanlarından biri Susan Sarandon. Yakın zamanda dul olan karakteri canlandıran Sarandon, aynı anda güldürüp duygulandırabilen ifadesiyle eşsiz bir performans sergiliyor. Anma töreninde yaptığı konuşmada izleyiciye farklı noktalarda dokunabiliyor. Sahneyi taçlandıran Moon River şarkısına yaptığı tap dansı, bütün duygusal şölen diyebileceğimiz konuşmanın ardından görülmeye değer.

Başarısızlık ve bunu kabullenmek birçok filmin, özellikle romantik komedilerin ortak konusu olduğu için bunun nasıl işlendiği çok önemli. Bu noktada Kirsten Dunst'ın eksantrik karakteri devreye giriyor. Kendinden bir parça bulup aynı zamanda uzak hissettiğin, ona üzüldüğünde aslında kendine üzüldüğünü farkedip sorgulamaya gittiğin, ideal olarak tanımlayıp aynı anda kendini üstün görebileceğin bir karakter kolay kolay karşına çıkmıyor. Yedek insan konseptini açıkladığında ben buna benzer miyim sorusu, yol için kapsamlı müzik ve açıklamalardan oluşan haritayı yaptığında ben bunu yapar mıydım sorusu, dondurma külahı konseptini anlattığında günde bundan kaç tane alıyorum sorusu, otel lobisinde belirdiğinde tekrar gelir miydim sorusu karakterle aslında ne kadar kendini özdeşleştirdiğini gösteriyor. Bu özdeşleştirme de karakterin eksik ve çekindiği yanlarını göstermesiyle mümkün oluyor.

Elizabethtown'dan cebinde kalması gereken kendinle olan ilişkin belki de, kendinle yalnız kalmanın değerini bilip bunu kendini tanımak için bir fırsat olarak görmek.


27 Eylül 2015 Pazar

The Shining - Asansör dolusu kan

Bilim kurgu, korku ve gerilim türlerini sevenler için Kubrick bir altın madeni olabilir. Sinemanın her öğesini sonuna kadar özenle kullanan ve bunları çok iyi harmanlayan bir yönetmenden sadece unutulmaz filmler çıkabilir.

The Shining'in Stephen King'in kitabına dayandığını düşünmek insanın heyecan derecesini birkaç kat artırsa da bu iki büyük isim ortaya çıkan çalışma konusunda çok anlaşamamışlar. Kubrick'in kendi yorumunu katarak yaptığı filmden King son derece hoşnutsuz olmuştur. 

Kubrick'in en büyük başarılarından biri ses efektleriyle gerilim ve korku öğelerini çok iyi derecede yansıtabilmesi. Film boyunca yükselen notalarla gerilimin senaryodaki artışının paralel gitmesiyle beraber; sadece bir nota bile yüksek dozda korku efekti yayabiliyor. Bir nota insanda nasıl gerilim yaratabilir diye düşündüğünde notanın artan sesi, artan sıklığı, rezonansı durumu çok farklı noktalara getirebilir. Psişik yeteneği olan küçük Danny daha otele gitmeden otelde olacak felakete dair bir sanrıyla karşılaştığında, bu ani görüntüyü beslemek için ses efektlerinin yavaş yavaş artan bir gerilimle bizi bu ana getirdiğini görebiliyoruz. 

Jack Nicholson'ın performansına baktığımızda yine şaşırtmıyor. Uzun kilitlenen bakışlar, psikolojisi gittikçe dengesizleşen ruh halini yansıtan iniş çıkışlar, çıldırmış gözler... Dengesizlik içinde gidip gelen sallantının dışa vuruşu olan sabit bakışla gülümsemeyi çok net gösterebilen aktörlerden biri Jack Nicholson. En etkileyici sahnelerden biri, Nicholson'ın oynadığı karakter Jack'in kendinden önceki otel bekçisiyle karşılaştığı sahnedir. Konuştuğu kişinin yaşayan bir varlık olduğunu anlamayan ve o anki yapısıyla umursamayan Jack'in, konuşmanın içeriği sayesinde ikna olması ve bunu anlamsız gülüşler ve kararsız bakışlar ile destekleyen bir sahneden bahsediyoruz. Nicholson'ın oyunculuğunun taçlandırdığı bu sahne filmin asıl zeminlerinden birini oluşturuyor.

Kubrick'in filmlerinde ustaca kullandığı elementlerden biri de renkler. Kırmızı rengini filmlerinde kullanmayı, rengin kışkırtıcı, tutku dolu, uyarıcı, kanla bağlantılı özelliklerinden devamlı tercih etmiştir. The Shining'de de film boyunca kırmızının hakimiyetini görüyoruz. Jack'in önceki otel bekçisiyle konuştuğu tuvaletin tamamen kırmızı olması, karakterlerin sıklıkla kırmızı giymesi, kırmızı asansörden bütün koridora kan boşalması, Danny'nin gerilimle dolaştığı halıların kırmızı ağırlıklı desenleri, Redrum yazısının kırmızı rujla yazılması gibi listeyi uzatabiliriz. Bunun yanında başka bir Kubrick imzalı renk kullanımını 237 numaralı odada görüyoruz. Yemyeşil olan oda gerçek dışı bir konsept çizerek yerdeki halı desenleri de cinselliği simgeliyor olabilir. Bunun yanında aynı renk labirentte de kullanıldığından çıkış olmaması ve ölüm içeriği taşıyıp odadaki ölü varlığı destekleyen bir etken olabilir.

Nicholson'ın klasikleşmiş baltalı sahneye hazırlanmasını aşağıda izleyebilirsin.